
A. Hilmiy. «Azat Qırım». 1943.
«Derdini inkâr eden derman bulamaz değil mi? Bu nedenle derdimizden bahsedeceğiz. Sözümüz hoş kesilsin, ağır gelsin, her nasılsa cümle ile beraber derdimize derman aramaktan başka meramımız yoktur. İran’da, Buhara’da, Bulgaristan’da bize küsen (darılan) bulunursa af buyursunlar, küsmek, darılmak ile olmaz. Mesleyi hal etmeli, derde derman bulmalı…
Millî karakterimizin varlığını ve onun Türk-Tatar hayatındaki güçlü ve zayıf biçimlerini inceledikten sonra, bu karakteri hangi araçlar ve yollarla canlandıracağımızı araştırmadan önce, hangi faktörlerin etkisiyle zayıfladığını analiz edelim. Bu analize İsmail Gaspralı Bey’in yardımıyla yaklaşmayı uygun buluyorum. 1895’te «Tercüman» gazetesinin 45. sayısında «Buna Ne Demeli» başlıklı makalesinde İsmail Bey konuyu şöyle analiz ediyor: «Derdini inkâr eden derman bulamaz değil mi? Bu nedenle derdimizden bahsedeceğiz. Sözümüz hoş kesilsin, ağır gelsin, her nasılsa cümle ile beraber derdimize derman aramaktan başka meramımız yoktur. İran’da, Buhara’da, Bulgaristan’da bize küsen (darılan) bulunursa af buyursunlar, küsmek, darılmak ile olmaz. Mesleyi hal etmeli, derde derman bulmalı… Aksa-yı Şark’a göz edersek, Japon sıfatında Moğol mecusilerinin kısa zamanda fırıldayıp Müslümanlardan ileriye çıktıklarını göreceğiz. Şan ve haysiyet millîmize ne kadar ağır gelir ise de, vakıayı ve hakikati inkâr caiz değildir. Setr etmek (örtenmek) hem zarardır hem alçaklıktır… Kazan’da, Kırım’da, Kafkasya’da ya da sair akvamın gerisinde kaldığımız gibi Buhara’da, Fas’ta, Cezayir’de, Tunus’ta Yahudiler ilerliyorlar. Osmanlı toprağında ve Mısır’da mahkûm Rumlar, Ermeniler, Bulgarlar ve Boğdanlar ilerliyorlar.
Hindistan’da mecusiler ileri atılıyorlar… Bizler ise hep durgun, hep geride, nedir bu?.. Umum akvam arasında ticarete sai, hareket-i fikriyeye meyil, tahsil hevesi, bizlerde his durgunluk ve durgunluk… Eski Müslümanlarda bu ağır hal yok idi. Şimdi neden ve ne için ehli İslam böyle oldu acaba?». İsmail Bey, meseleyi cahil mollaların «Bu dünya Müslüman’a zindan, İslam dünyası ahirettedir» gibi safsatalarıyla çözülemeyeceği gibi, Müslüman aydınlarının bu durgunluğun sebebini idare usullerinde aramakla da bulunamayacağını belirtiyor. «Kanun-i Esasi’yi her derde derman zann edenler vardır. Lâkin bu gibi kanun ve idare-i meşrutaya hüküm eden Romanya’dan, Bosna’dan, Bulgaristan’dan Müslümanların Anadolu’ya can attıklarına ne demeli? Musavattan, hürriyetten istifade edip, Boğdanlara ve Bulgarlara ne için rekabet edemiyorlar?».
İsmail Bey makalesini şu satırlarla bitiriyor: «Âlem-i İslam’ın durgunluğu yalnız usul-i idareye isnat edilirse, derde lâzım derman bulunamaz. Belki de kaş yakacak olup göz çıkarma yoluna düşerler. Daha fena olur… Bu defa meselenin ilerisine varmayıp, yalnız âlem-i İslam’ın dermansızlığının siyasi sebeplerden ziyade iktisadi, içtimaî sebeplerden ileri geldiğine işaret ettiğimizi söylemekle iktifa ediyoruz. Düşünelim».
Bu durgunluk Gaspralı’nın dediği gibi siyasi sebeplerden başka iktisadî ve içtimaî birtakım sebeplerin etkisiyle olabilir. Ben bu durgunluğun yalnız içtimaî sebeplerini tarihî ve psikolojik yardımla anlatmaya çalışacağım.
Türk-Tatar halkının ömründeki uyuşukluk, bence: onlarda kıyas ve düşünme kabiliyetlerinin zayıflamasından, bu da, şuur ve idrak kudretlerinin sağırlaşmasından ileri geliyor. Bu itibarla mesele karşımıza bir beyin uyuşukluğu meselesi olarak çıkıyor. Bu beyin uyuşukluğunun, herhangi bir ruhî (psikolojik) hal gibi birçok sebepleri olabilir. Bunlardan başlıcası, bence, Arap dilidir. Bizde bu uyuşukluk hadisesi şu suretle meydan alıyor: Müslümanlığın yüksek telkinatıyla (vnuşenie) coşan Arap millî karakteri Hazreti Muhammed’in kılavuzluğu ile güçlü bir Arap birliği doğuruyor. Bu birlik sayesinde Araplar bütün Arabistan’ı, Yemen’i, Irak’ı istiladan sonra İran’ı da işgal ile Türkistan’a geçiyorlar. Daha yarım asır evvel Türklerde adı sanı anılmayan bir küçük halkın koca İran’ı, Türkistan’ı böyle çarçabuk devirip işgal etmeleri Turanlıları çok şaşırtıyor. Zira, Turanlılar İranlılarla asırlarca süren kavgalarında İran’a böyle becerikli bir yumruk vuramıyorlar.
Kahramanlık Turanlılar indinde en yüksek bir haslet sayılıyor. Arapların kahramanlığı onların nazarında büyüdükçe büyüyerek Araplara karşı yiğitçe hürmet uyandırıyor. Bundan başka Araplar kendilerini mağlup İranilere, Turanilere karşı tevazuları ile, yumuşak tabiatları ile de çok beğendiriyorlar. Onlar bu büyük işlerine dair söz açılırken, onun kendilerinden ziyade İslam dininin bir mucizesi olarak gösteriyorlar: Arapların bu nazik muameleleri, kahramanlıkları, Arapların o yüksek karakterlerini ziynetlendiren İslam dini Türk-Tatarları meftun ediyor. Hazreti Muhammed’in siyasi dehasından, Kur’an-ı Kerim’in irşadından feyz alan Arap serdarları da Türkler gibi kahraman, istidatlı, namuslu bir halkın, bereketli Türkistan’ın, İslam’ın istikbali için faydalı olacağını pek güzel anlıyorlar. İşte bu karşılıklı duygular Türk-Arap kardeşliğini doğuruyor. Bu kardeşlik «din kardeşliği» esası üzerine kuruluyor. Türk-Tatarlar İslam dinini kabul edince, Müslüman olmak itibarıyla namaz kılmaya da borçlu oluyorlar. Onlar Arapları taklit ederek ezberleyebilecekleri ayetler, surelerle namaz kılmaya başlıyorlar. Bu ibadet günde beş kere tekrarlanıyor. Bundan da başka, Kur’an okumak dünya-ahret büyük sevaplar vaat ediyor. Onlar büyük bir merakla sabah-akşam bu sevaplı işe devam ediyorlar. Bu suretle ibadet vasıtası olan Arap dili yavaş yavaş dinî bir adet olarak Tatar ömrüne giriyor.
Büyükler bu ibadeti yaparken, onları çocuklar da görüyor, dinliyor, meraklanıyor. Onların meraklarını gene öyle anlaşılmayan sözlerle anlatılıp yatıştırılıyor. Düşünmeden kabul etmeye alışma neticesinde dimağın faaliyet kabiliyeti atalet (durgunluk) kabiliyetine yenik düşüyor. İşte bu suretle de beyin uyuşukluğu ve onun neticesi olarak da ömür durgunluğu meydana geliyor. Türk-Tatarlar Arap dilini, Kur’an-ı Kerim’in hakikatlerini öğrenmek için bir vasıta olarak kullandıkları ilk devirlerde, onların Oğuzlardan, Moğollardan kalma hasletleri Altaylardan, Türkistan’ın geniş sahalarından ilham aldığı devirlerde, onlar Arap dili sayesinde Abbasilerin Bağdat’ta meydana getirdikleri ilim ve medeniyet merkezini Buhara ve Semerkant’ta kurup, hem kendi medeniyetlerini, hem de İslam medeniyetini yükseltiyorlar. Altayların ilhamlarıyla beslenen millî karakterini Arap dili yardımıyla, din İslam’ın feyizleriyle gıdalandırıyorlar. Ve bu sayede «Sahih-i Buhari» namındaki eseri – Kur’an-ı Kerim’den sonra İslam’ın içtihat kaynakları olan altı kitaptan birincisini yazan Buhari gibi büyük hadisçiyi, İslam âleminin en büyük tefsircileri olan Semerkandîleri, cihanın en büyük padişahları – Sultan Selimleri, Timurlenkleri yetiştiriyorlar.
Arap dilinin ibadet ve talim dili olarak kullanılmasından hasıl olan içtimaî faciaları bizde Gaspralı görüyor. 1906 senesi «Türk Yurdu» mecmuasında yeni iptidaî mekteplerin meydana gelişi hakkında yazdığı makalede, 1881’de Rusya’da yaşayan Türk-Tatarlarda 16 binden ziyade mahalle mektebi, 214 medrese varlığını; onlarda orta hesapla 500.000 bala okuduğunu yazıp şöyle yanıklanıyor: «Fakat, eyvah! Bu hoş görünüşün, bu ümitli halin aldatıcı bir haldan ibaret olduğu dikkatli bakanların gözüne çabuk çarpıyor: 16 bin mektepte yarım milyon Türk çocuğunun beşer senesi çürüyüp onlara Türkçe beş satır okuyup bile öğretemiyoruz. Her yıl çocukların 500 bin yıllık hayatı israf oluyor…». Bu satırlardan anlaşılıyor ki, bizde ilim ve terbiye çocuklara Arap dili elifbesi vasıtasıyla yalnız «kara tanıtmak», her çocuğu üç-beş yıllar «kara tanımak» için uğraştırmaktan ibaret kalıyor.
Millî terbiye ocakları şunlardır: ana kucağı, aile ocağı, ana terbiye ocakları (bala bağçaları) mektepler, tiyatro ve kulüpler, camiler, tekkeler, dualar, toyler, cıyınlar, dervişler ve ilâhilerdir.
Biz bu dersin başında millî terbiye ile münasebetli ilk iki sualin cevaplarını bulmak için yaptığımız şu hulâsadan bizde millî terbiyenin ana kucağından başlayıp bütün ömür boyu yapılması icap eden bir iş olduğu; onun tamir hedefi (hedefi): atalardan miras kalıp da sönükleşen, azgın millî hasletlerin şerefli ve matemli günlerde tarihin yardımıyla ata-ecdadın şeref ve matemleriyle gıdalandırmak lazım olduğu anlaşılıyor. Millî terbiye işi bütün milletin işidir. Millî terbiye ocakları şunlardır: ana kucağı, aile ocağı, ana terbiye ocakları (bala bağçaları) mektepler, tiyatro ve kulüpler, camiler, tekkeler, dualar, toyler, cıyınlar, dervişler ve ilâhilerdir.
Millî terbiye bu tarz anlayışa göre şu devirlere ayrılabilir:
Ocak terbiyesi;
Mektep terbiyesi;
Cami terbiyesi;
Kulüp ve tiyatro terbiyesi;
Muhit terbiyesi.
Ocak terbiyesinin en mesuliyetli zamanları
1) Kucağı devri – 7-8 yaşına kadar.
2) Mektep devri – 12 yaşına kadar;
3) Yaşlılık devri – 20 yaşına kadar.
Kucağı devrinde çocuğun en tabii ve hakiki terbiyecisi – annedir. İkinci ve üçüncü devirlerde ana, mektep, cami, kulüp ve muhit terbiyesinin yardımcısı olur.
Kucağı terbiyesi – terbiyenin başlangıç devri olmak itibarıyla ferdî ve millî terbiyenin temelidir. Yarınki yiğidin, o yiğidin kuracağı yarınki ailenin ömrü, bahtı, bahtsızlığı, sonra da, o ailenin Tatar cemiyetine faydalı ya da zararlı olması kucağı terbiyesiyle bağlıdır. «Dünyayı deviren el, beşik tepen eldir», «Cennet anaların ayağı altındadır» sözleri bu terbiyenin ehemmiyetini gösteren çok ibretli sözlerdir.
Anaların bu ciddî vazifesi bizi anaların öyle bir mübarek vazifeye lâyık analar olarak hazırlamak işiyle karşılaştırıyor. Kucağı terbiyesi meselesine, bugünkü vaziyet ve imkân hesaba alınarak şöyle yaklaşılması lazım gelir diye tanıyorum:
Bugünkü anaların eline erbabı tarafından kucağı terbiyesine dair bir rehber işletip verilmesi gerekmektedir.
a) Bu rehberde ferdî ve millî terbiyenin tamir hasletleri (mevzuları) olan temizlik, soğukkanlılık, evcilik, sebatkârlık, batırlık, mukayese, karşılıklı yardım, karşılıklı sevgi ve nefret, ocak, yurt sevgisi, tabiat sevgisi amelî yollarla (resimler, eşya, kedikler, atlar, hayvanlar ve saire) sade bir üslûpla, kolay usullerle gösterilmelidir;
b) Bu rehber tertip edilirken çocuğun seviyesi unutulmamak şartıyla bilgi, sevgi, itibar gibi amiller gözde tutulmalıdır. Zira bilgisiz, amelsiz sevgisinin ömürde de geri olmadığı gibi sevgisiz, amelsiz bilginin de kıymeti olmaz. Biz tütünün, şarabın zararını bile bile itiyat haline giren şu fena alışkanlıklardan istesek de vazgeçemiyoruz. Bu gibi bir çok hallerde bilgi itiyadın mahkûmu olup kalıyor.
c) Bu tamir hasletleri coşturmak, onları çocuğun beynine yerleştirmek, çocuğun duygularına icap eden doğruluğu vermek maksadıyla sade, güzel, ahenkli bir üslûpla ayneniler, yırlar, yırlı oyunlar hazırlanmalıdır.
Pedagoji esaslarına dayanarak hocalar için «mektep ve ocak» terbiyesini kapsayan bir rehber hazırlanmalıdır ki, bu rehber yardımıyla hoca hem kendisi mektebinde ferdî ve millî terbiyeyi belli başlı çerçeveler, usullerle alıp yürütebilsin, hem de ayda bir kere mektep etrafında bulunan bütün analara ocak terbiyesine dair talimat verebilsin. Hocalar için hazırlanacak rehber, analar için hazırlanacak rehberle esas muhtevası itibarıyla bağlı olmalıdır.
Pedagoji gösterişleriyle dinî terbiye esaslarını kuvvetlendirip huddâm için çocuğun ocak terbiyesine dair bir vaaz dersi hazırlanmalıdır. Huddâm ayda bir kere, analara mahsus olmak üzere öyle bir vaaz söylemeye kendini borçlu tanımalıdır.
Aynı terbiye esaslarını herhangi bir şekilde (konser, piyes, beseda) kulüpte, tiyatro repertuarında, bala-analar gözde tutularak tertip ve icra edilmelidir.
Millî matbuatta millî terbiyenin gidişi hakkında tenkit ve talimat yollu makaleler yazılmalıdır.
Bizim ruhumuzun, milletimizin gıdaya ihtiyacı olduğu kadar muhtaç olduğu millî terbiyenin ilmî esaslar üzerine kurulup hayata geçirilmesine vesile olacak bir bismillâh çekmek demek olan şu iptidaî mülâhazaların ehemmiyeti takdir olunup ilmî şuralar tarafından işlenip tamamlanırsa, ben, bu emekten beklenen maksat hasıl oldu diye sayacağım.