
Baylar!
Bir millet, millet olarak varlığını ortaya koyabilmek için, ya kendisi bir medeniyeti doğurmalıdır, ya da başka medeniyetlerin ilim nurunu taklit edebilmelidir...
Noman Çelebicihan. «Millet». 1917.
Sayın baylar!
Yüzyıllardır hayallerimizi süsleyen bir toplantıda bulunuyoruz; bu da bugünkü oturumumuzdur. Bugünkü oturum, Rusya’daki iki büyük şer’i mahkemenin birleşmesiyle oluşan tarihî ve önemli bir toplanmadır. Bu nedenle, bu toplantıda olaylar ve ayrıntılarla değil, temel ilkelerle meşgul olmalıyız; ikincil olanları bir kenara bırakarak en gerekli olanların gerçekleşmesi için çaba sarf etmeliyiz. Yapılacak işlerin sayısından ziyade önemine ve yüceliğine dikkat etmeliyiz… Az şey yapalım, ama yaptığımız işler üstün ve gerekli ilkelere uygun olsun. İşte, ben konuya bu açıdan bakarak, saygın heyetinize sırasıyla şimdi üç konunun çözüme kavuşturulmasını öneriyorum… Önerdiğim işler büyük, ağır ve geneldir.
İşte, ben bunları büyük ve genel olduğu için, Rusya Müslümanlarının Şer’i Mahkemeleri’nin birleşmesiyle oluşan bir heyete öneriyorum. Tüm Rusya Müslümanlarının dinî ve ilmî merkezleri olan Şer’i Mahkemeleri’nin birleşmesiyle yapılacak iş büyük ve genel olmak zorundadır; böyle bir heyet tarafından alınan kararların da kesin ve etkili olması gerekir.
Umut ediyorum ki, saygın heyetinize önerdiğim bu üç konu da büyük olmakla birlikte milletimizin en gerekli ihtiyaçlarından olduğu için, bu konuda vereceğimiz kararlar da sevgili milletimiz tarafından tam bir onay ve saygıyla karşılanacaktır.
Öte yandan, bu üç konuyu Rusya Müslümanlarının yegâne birleşme aracı olarak görüyorum. Onlar ancak bu üç konuda birlik olabilirler. Bugün Ufa, Kırım, Kafkas Şer’i Mahkemeleri’nin üyeleri veya başkanları bir araya toplanarak birçok konuda görüşlerini beyan etmeleri, hatta uzlaşmaları, eğer o görüş veya uzlaşı pratik bir iş ortaya koymazsa, kanaatimce bunların hiçbir hükmü yoktur. O olsa olsa nazarî bir birlik olabilir. Nazarîyat devri ise çoktan geçtiği için, bu önemli toplantıda pratik bir sonuç doğurmamak – bizim için millî bir suçtur. Çünkü o zaman israfıdır. Kamu güvenini, millî iradeyi kötüye kullanmaktır. Ben bu konuya sözümü biraz uzatarak, evet diyorum: ben şu saygın heyetin manevî yüceliğini inkâr etmiyorum, o pek yüksektir, pek kutsaldır. Fakat, biz yirminci yüzyılın millet hizmetkârları böyle tarihî bir toplantının kutsallığına, yüceliğine hayran olarak, yalnızca manevî sözlerle, kutsal cümlelerle yetinirsek, yalnızca programlar, tüzükler düzenlemekle veya eski-yeni nazariyeler ispatıyla uğraşırsak ve bu toplantıya böyle bir akım, böyle bir sonuç verirsek, ben eminim ki, bize beyaz kefenlere bürünerek atalarımız yüzyıllar arkasından bakar da ağlar, torunlarımız bize lânet eder.
İşte Ufa, Kafkas, Kırım Şer’i Mahkemeleri’ni de ve o Şer’i Mahkemeler’e tabi olan İslâm cemaatini de bugün ve yarın da birleştirecek olan konu şu üç maddedir:
- Madde: Ufa, Kafkas, Kırım Şer’i Mahkeme başkanları her yıl sırasıyla bir defa bir Şer’i Mahkeme nezdinde bir hafta kadar toplanarak, Rusya Müslümanlarının olağanüstü işlerini müzakere edip gerekli kararları almalıdırlar. Bu maddenin önemini, gerekliliğini ayrıntılı açıklamaya gerek yok. Zira, şu toplantımız bize bunun ne derece zorunlu olduğunu fiilen ispat etti.
- Madde: Ufa, Kafkas, Kırım Şer’i Mahkemeleri nezdinde bulunan Kadılar Heyeti’nden ikişer kadı her yıl seçimle sırasıyla belirtilen Şer’i Mahkemelerden biri nezdinde toplanarak, Rusya Müslümanlarının Geçici İstinaf Şer’i Heyeti’ni teşkil etmelidirler. Bu İstinaf Mahkemesi’nin işlem süresi her yıl yalnızca iki hafta olup görevi ise yukarıda belirtilen üç Şer’i Mahkeme’nin birinde görülen ve hüküm verilen bir davanın davacısı belirtilen hükme razı olmayıp istinaf davası açtığı takdirde belirtilen davayı İslâm hukukuna uygun olarak istinafen inceleyerek hüküm vermektir. Bu madde de adliye işleriyle aşina, adalet işlerinde istinaf mahkemelerinin önemini bilen kişiler için pek açıktır; onun da gerekliliği hususunda ayrıntı vermeyi gereksiz görüyorum.
- Madde: Ufa, Kafkas, Kırım Şer’i Mahkemeleri birleşik olarak, kendi idareleri altında olmak üzere bütün Rusya Müslümanları için uygun bir yerde bir İslâm darülfünunu (ya da Tatar darülfünunu) adıyla yüksek bir medrese tesis etmelidirler ki, teşkilatı ve idaresi tamamen bir darülfünun teşkilatı gerçek bir yüksek medrese kalıbında olmalıdır. Bu darülfünunda şimdilik yalnızca ilim usul-ı tedris (pedagoji), edebiyat, hukuk ve ulum-ı diniye adlarıyla dört fakülte açılmalıdır. Sonra mümkün olduğu takdirde riyaziyat, tıbbiyat ve eczacılık fakülteleri de tesis ve ilave edilmelidir. Yıllık bütçesi iki yüz bin rubleyi aşmayacak olan bu ilim yuvası otuz beş milyonluk bir millet için ağır değil, belki pek hafif, pek şanlı bir görev, canlı bir girişimdir. “Şimdi acaba, böyle bir darülfünun bizim için neden lazım?” gibi bir soru belki akla gelebilir. Çünkü “Neye lazım?!.. Neden lazım?!..” sözleri ve bu köhne, tembel sözlerin anlamları adeta bizim için bir karakter, bir ikinci tabiat hükmü almıştır. Ben şimdi böyle bir ilim meyvesinin lazım olduğuna değil, belki elzem olduğuna cevap vereceğim.
Baylar! Bir millet, millet olarak varlığını ortaya koyabilmek için, ya kendisi bir medeniyeti doğurmalıdır, ya da başka medeniyetlerin ilim nurunu taklit edebilmelidir.
Baylar! Bir millet, millet olarak varlığını ortaya koyabilmek için, ya kendisi bir medeniyeti doğurmalıdır, ya da başka medeniyetlerin ilim nurunu taklit edebilmelidir. Zaten kendisi bir gerçek medeniyet doğuran, kendi tarihinde yücelik ve erdemler yaşatan en yüksek bir millet de öncelikle, kendisinden daha eski geçen milletlerin medeniyet kalıntılarını, medeniyet taşlarını kazmaya, karıştırmaya mecbur olmuştur. Bizler de bu yoldan ayrılamayız. Bizim için ise bu hususta araştırma ve inceleme yapılacak ve tam bir özenle mütalaası farz olan iki medeniyet tablosu var: “Biri Batı, diğeri Doğu medeniyet devleri, yani bizim için istifade ve yararlanılacak iki ilim serveti mevcut bulunmaktadır ki, biri İslâm, diğer tabirle Arap medeniyetinin kalan buluşlarıdır, diğeri ise eski ve yeni Avrupa medeniyetinin tecrübe toplamıdır”. Bugün bir Tatar için, evet, bir Müslüman için Batı medeniyetini, Batı ilim ve marifetini yakından tanımak ne derece elzem ise, onun için Müslüman olmak hissiyle değil, belki medenî bir insan olabilmek mecburiyetiyle İslâm medeniyetini de, Batı medeniyetini de aynı surette okumak, incelemek, ondaki incelik ve yüceliğe nüfuz etmek. Bilgili olmak da o kadar farzdır. Bugün bu iki medeniyet âleminin yalnız birini idrak edip de, diğerinden habersiz kalan bir millet değil, hatta bir şahıs bile, bilirsiniz ki, diğer medeniyete karşı ne kadar gülünç, evet ne derece hazin bir vaziyette kalır. O, bu yirminci yüzyılın mücadele meydanlarında yarım başlı, yarım kollu, yarım ayaklı garip bir insan şeklinde görülür. Size bu yolda küçük bir örnek söyleyeyim.
Fransız yazarlarından meşhur Jean-Jacques Rousseau efendi Doğu’da:
“Va asvat-ür-riyah bi kel fecc, Ehabb ilâ man naqar-ul dufuf” –
manzumesini yüzyıllarca önce nefes eden bir Arap şairesini bilerek mi, bilmeyerek mi bilmem, pek uzun süreler taklit etmişti. O, bir Arap kadının şu yüksek ilhamını bir “lirik” parçasını belki yirmi beş sene yazdı, söyledi, fakat daima kendi adına isnat ederek söyledi. Bir Arap dehasının on iki mısrayı aşmayan, lâkin tam bir açıklık ve belagat ile ifade eden “Tabiata doğru!..” hitabını zavallı insan hakları savunucusu sanki yeni bir şeyi söylüyormuş gibi belki binlerce sayfalık eserleriyle pek küçük ve muğlak bir tarzda kendi milletine anlatabildi. Fakat, dikkat olunsun, yüzyıllardan sonra anlatabildi, hem de kendi fikrim diye tebliğ etti.
Böyle hareketlere eğer bilerek ise ilim ve edep âleminde fikir ve konu hırsızlığı tabir olunur. Bilmeden ise yalnız gülüp geçilir. İlmi sosyalizmanın büyük babası tabir olunan Marks da böyle bir harekette bulunmuştu. O da medeniyet-i İslâmiye nazarında en eski, fakat en hayati ve vazıh bir gerçek-i iktisadiye için tam dört cilt kitap yazdı. Ve o konu sayesinde kendisine “Marksizm mesleğinin müessisi” nam-ı âlisini bahşetti. Yine bir büyük Avrupa müsteşriki de Doğu âlemini ve onun medeniyetini tetkik ederken, doğuluların vazife-i ubudiyete ne kadar hevesli olduklarını beyan ile eda-i salât zahirî tasvir sadedinde “Abdullah üç rekât öğle namazının farzını eda edip bitirmişti”, der. Böyle şeyler adi bir insan, adi bir yazar için belki önemsizdir. Fakat medenî bir şahıs, meşhur bir yazar, bir filozof için âlem-i ilim ve edepte pek kolay olmayan bir hata, çirkin ve silinmez bir hatıradır. Dolayısıyla, onlar noksan medeniyetlidirler. Çünkü onlar yaşlı bir Doğu medeniyetini, İslâm âlemini, bu büyük hayat servetini layığı ile anlamamışlardı. Yahut anlamak istememişlerdi. Onların bu hatası yalnız böyle edebî ve felsefî işlerde değil, belki hukukî, toplumsal ve siyasî birçok maddede dahi pek açıktır. Ve bundan dolayı bizzat kendilerinin ve kendileriyle beraber bazen de hatta bütün beşeriyetin muzdarip olduğu, felaketten felakete yuvarlandığı sabittir…
Biz Tatarlar ise Batı medeniyetini idrak edemediğimiz gibi, Doğu ilim ve fenlerini de pek anlayamadık. İşte, bu iki âlemden hiç birini layığı ile görüp ihata edemediğimiz için, her adımda hatadan hataya, felaketten felakete sürünmeye mecbur olduk...
Biz Tatarlar ise Batı medeniyetini idrak edemediğimiz gibi, Doğu ilim ve fenlerini de pek anlayamadık. İşte, bu iki âlemden hiç birini layığı ile görüp ihata edemediğimiz için, her adımda hatadan hataya, felaketten felakete sürünmeye mecbur olduk. Bu hususta birçok örnek ve delil sermeye gerek kalmamıştır. Tatar milletine, hatta Rusya Müslümanlarının her ferdine medenî hayattan pay alabilmek için Batı’nın ilim ve fenlerini, Doğu’nun İslâm medeniyetini yakından öğrenmek hava kadar elzemdir. Zira, mazideki o uzun kara felaketler, müthiş muharebeler Doğu ile Batı medeniyetinin bir toplumsal ve iktisadî çarpışması idiler. Hal hazırda köpüren koyu kan deryaları, Batı sermayesini vapur-vapur Doğu’ya nakledebilmek için sanayi bir surette ihdas edilen kırmızı dalgalardır. İstikbalde bu fecî levhaları silebilmek şerefi bu şerefli, fakat ağır vazife Batı ile Doğu’yu tanıyan, onların her ikisini de seven ve her ikisini de aynı surette ihtiram edebilen milletlere aittir. Bu hususta en ziyade çalışmak, işe bütün ciddiyetiyle, azametiyle önem vermek biz Tatarların Rusya Müslümanlarının vazifesidir. Çünkü Doğu ile Batı’nın çarpışmasından bu iki yüksek medeniyetin mücadelesinden bu ana kadar en ziyade mağlup olan, en ziyade ezilen, yüzyıllar ile felaketler içinde yaşayan milletlerden en perişanı biz Tatarlar bulunuyoruz. Evet, biz bu iki medeniyetin her ikisini de elde edinmeye mecburuz. Her ikisini de iki elimizle, kolumuz ile, ruhumuz ile sarılmaya hayat bizi icbar ediyor. Fakat nasıl ve ne suretle? Malumdur ki, böyle teşebbüslerde ittihaz edilen iki usul vardır:
- Basitten mürekkebe doğru hareket;
- Mürekkepten başlayıp basite doğru gitmek usuludur.
Şimdi, mesele yalnız bir şahsın talim ve terbiyesi olmuş olsa, iş pek kolay idi. Onu derhal iptidaî mektebine kaydettire verdi. Yoksa, elbette darülfünuna değil, ve ulum-ı arabiye ve Doğu’dan lazım olan malumat-ı iptidaîyi mezkûr talebeye iptidaî mektebinde her ikisini de beraber tedris etmek mümkün olurdu. Nitekim, yirmi beş seneden beri birçok şahsî teşebbüsler ve bir takım cemiyet-i hayriye müesseseleri bu usulü takip ettiler, yol açtılar, büyük muvaffakiyetler ihraz ettiler. İki taraflı iptidaî-ali malumatını haiz yüzlerce talebe ihzar eylediler. Lâkin mesele bir ferdin, yahut bir mahalle cemaatinin, hatta yalnız bir Kazan’ın, bir Kırım’ın işi olmayıp, belki toptan bütün Rusya Müslümanlarının yaşlı bir Tatar milletinin maarif meselesi olduğundan işe başka türlü nazar etmek iktiza eder. Dolayısıyla, bugün umum Rusya Müslümanları maarif hususunda toptan birleşik teşebbüs edecekleri zaman, ittihaz edecekleri usul basit mi mürekkeb mi? Yoksa mürekkepten mi basite doğru hareket etmek muvaffak maslahattır?.. Bu maddenin halini nazariyatçıların dilinden alarak, doğrudan doğruya lisan-ı hayata terk ediyorum. Bu soruya cevabı Tatar hayat-ı ilmiyesinin bizzat kendisi versin… Hayat-ı ictimaîmize şöyle ufuklu bir bakış ile bakarsanız, bugün Rusya Müslümanları için bir anda her iki yol ile de gitmek icap eder. Hayatta bütün Rusya Müslümanları gerek hayat-ı ictimaîlerinde ve gerek bilhassa maarif işlerinde meseleyi mahallî ve umumî surette iki kısma tefrik etmişlerdir. Bunun böyle olması da pek tabiîdir. Zira, iptidaî ve tali mekteplerinin tiplerini tayin etmek, programasını tanzim ve bütçesini tertip etmek cihetlerinde her yerde birçok teferruata, mahallî hususiyetlere, farklılıklara maruz kalınacağından böyle mesail-i muteferriayı ancak mahallî ve hususî idareler muvaffakiyetle hal ve fasl edebilirler. Kırım, Kafkas, Orenburg kıtaları da kendi maarif işlerini müstakil bir surette icraya vaz ettikleri zaman, dahi basit mürekkebe doğru hareket ederek, evvelâ mekâtib-i iptidaîye tesisi sonra, tali ve ali medreseler teşkiline başlamışlardır.
Demek, mahallî ve hususî maarif işlerimizde tarih-i ilmimiz bize basit mürekkebe doğru bir hat-ı hareket çiziyor. Bu bir emir-i vakidir. O artık bir kanundur. O halde iptidaî ve tali mekteplerimizde, küçük ve büyük mahallî medrese-i diniyelerimizde millî ve ecnebi lisanların, edebiyatların, hukuk ve sair derslerin programını tanzim, tiplerini tayin etmek meselesi nasıl ki, bu ana kadar mahallî ve hususî idareler tarafından temin edilmiş ise ve bundan da bir mahzur görülmemiş. Bilakis, iptidaî ve tali mekâtib ve medresemiz yirmi beş sene zarfında az olsa da, mütemadiyen terakkiye doğru gitmişse, bu ahvalin bugün de, yarın da tatbik olunması lazım ve zaruridir.
Biz mekâtib ve medaris-i iptidaîye ve taliye işlerini Kırım, Ufa, Kafkas müftilikleri ayrı olarak hal edersek ve hal ederken de, evvelâ mükemmel iptidaîler açıp, sonra orta derecede medreseler, mektepler açarsak ve bu açtığımız iptidaîleri her iki âlemin ruhu ile yaşattıktan sonra, orta derece mektep ve medreselerimiz de dahi aynı kaideyi tatbik edersek, hem maksad-ı aksamımıza daha emin, daha katî hatvelerle yaklaşmış oluruz…
O halde biz mekâtib ve medaris-i iptidaîye ve taliye işlerini Kırım, Ufa, Kafkas müftilikleri ayrı olarak hal edersek ve hal ederken de, evvelâ mükemmel iptidaîler açıp, sonra orta derecede medreseler, mektepler açarsak ve bu açtığımız iptidaîleri her iki âlemin ruhu ile yaşattıktan sonra, orta derece mektep ve medreselerimiz de dahi aynı kaideyi tatbik edersek, hem maksad-ı aksamımıza daha emin, daha katî hatvelerle yaklaşmış oluruz. Hem de hayatın ve tarihin vaz etmiş olduğu bir kanuna “Mahallî maarif işlerinde basit mürekkebe doğru” usulüne isyan etmemiş oluruz. Evet, her ülke, her Mahkeme-i Şeriye kendi mekâtib-i iptidaîye ve orta derece mektep ve medreselerinin programını, tiplerini kendi Maarif Komisyonu’nu da düşünerek, müşavere ederek, tetkik ve tahlil neticesinde birer karara geldikten sonra, belki bazı vakitler, bazı bir umumî maddeler için umumî bir Muallimin Kongresi de tertip edebilirler. O başka mesele. Biz ise, şimdi bu Ufa Mahkeme-i Şeriyesi’nde toplanan Rusya Mahkeme-i Şeriye reisi ve azalarından mürekkeb olan heyet-i milliye, bu tarihî ictimamızda bu umumî maarif-i milliye meselesine mürekkepten basite doğru, tabir-i diğerle yukarıdan aşağıya doğru bir hat takip etmekliğimiz iktiza eder. Zira, hayat onu emreder. Çünkü bugün Rusya Müslümanları arasında yetişen yüzlerle, hatta binlerle millî mekâtib-i iptidaîye ve idadiye ikmal eden talebe ve talebatımız vardır. Onlar artık hükümet darülfünunlarına girecekler ve gitmeye mecburdurlar. Biz artık onlara Doğu’nun da kendisine mahsus güzel nağmeleri, yüksek felsefeleri, ince sanatları olduğunu yakından öğretelim.

Diğer cihetten biz Tatar milleti, Rusya Müslümanları iptidaî ve orta derece mekteplerde milliyet arıyoruz. Talim-terbiyemizin bütün manası ile millî olmalarını talep ediyoruz da, acaba neden ali mekteplerde milliyet prensibinden uzaklaşıyoruz. Yahut bu ruhî arzularımızı açıktan açığa söyleyerek, müşavere ederek, karar vererek, icrasına teşebbüs etmekten korkuyoruz? Meselâ, mekâtib-i aliyede kendi lisanımızdan, kendi edebiyatımızdan, kendi tarihimizden neden vazgeçiliyor? Yoksa bir talebe bunları iptidaî ve idadi mekteplerinde tahsil etmekle öğrenmiş bitmiş mi added olunuyor? Böyle zann olunmaz, biliyorum! Böyle en yüce unsurlar-ı millîmizin mekâtib-i aliyemizde yaşamasını bütün kalbiyle istemeyecek bir Tatar tasavvur edemem. Fakat, bu arzu, bu maksad-ı millî, Rusya ne kadar hür bir memleket olursa olsun, hükümet darülfünunlarında can bulamaz. Diğer cihetten Kırım, Ufa, Kafkas müftilikleri de ne derece gayret maarif-i umumiye hususatta ne kadar fedakâr olursa olsunlar, böyle ağır bir meselenin altına müstakilen pek yakın zamanlarda giremezler. Girdikleri takdirde bile, işin hakkından hiç bir türlü gelemezler, yani kendi muhit-i maariflerinde ulum-ı Şarkiye ve Garbiye her ikisini de layıkıyla yaşatamazlar. Sonra evet, en sonra diyorum, biz Rusya Müslümanlarına bir medrese-i hakikiye lazım değil mi? Tarihe bakalım, biz kendi muhitimizde yüzyıllarca harap ve perişan bir halde kalan medreselerimizi bu eski, fakat en mukaddes abide-i millîmizi tetkik ve tahlil edersek, bu ilmî iskeletlerin vakti ile bir takım âlem-i İslâm’da yaşayan darülfünunlar cinsine mensup mahluklar oldukları pek katî bir surette anlaşılır, sabit olur.
Maziye nazar ediniz, vakti ile medeniyet-i İslâmiye’nin merkezi olan Bağdat medreseleri bir darülfünundan başka bir şey değildir. Orada din dersleriyle beraber bütün ulum ve fünun, sanat ve sanayi… hepsi tedris olunuyordu. Orada bugün Garb edebiyatı, Garb hukuku, Garb felsefesi ve sanatı tabir ettiğimiz dersler, yahut onların esasları Garb’ta tahsil ve tedris olunan Şark edebiyatından, Şark hukuk ve felsefesinden kat-kat fazla talim ve tedris olunurdu. İspanya medreseleri ise daha vasi bir programa malik idiler. Programın vasiyeti, usul-i tedrisi ve idarelerindeki intizam ve serbesti idi ki, İspanya Arap medreselerinde bizzat İspanyol Hristiyan talebeleri ve Yahudiler tahsilde bulundukları gibi, şimdiki Fransa ve İtalya dediğimiz ülkelerden ve saireden birçok ecnebi talebeleri gelip ilim ve marifet-i İslâmiye’yi tahsil ederlerdi. Hulasa, İspanya ve Bağdat medreseleri kendi zamanlarında cihanın en muazzam darülfünunları idiler. Bilahare, hilafet bayrağı Türklerin eline geçtikten sonra, İstanbul medreseleri de Araplardan almış olduğu darülfünun teşkilatını muhafaza etti. Mesela, Sultan Selim evvel zamanında Dökmeci-i Ulâ medresesinde ulum-ı diniye ve hukuk dersleri tahsil olundukları gibi edebiyat, riyaziyat ve tababet fenleri de amelî ve nazarî bir surette talim kılınıyordu. Ve o sıyakta amelî ve nazarî surette mimarlık, dökmecilik sanatları da öğrenilirdi. Evet, o zamanlar dökmecilik tahsil eden sarıklı talebe efendiler tatbikat için medreseye muttasıl dökmeciler tezgahlarına giderler. Orada bizzat çalışırlar imiş. Birçok asar-ı nefisesiyle maruf olan Türklerin büyük mimarı Sinan efendi dahi Dökmeci-i Ulâ medresesinin talebesindendir.
Meşhur Osmanlı doktorlarından Akşemseddin efendi cenapları da yine aynı medresenin talebesi idi. Demek, Türk medreselerinde dahi vakti ile hukuk, edebiyat, ulum-ı diniye, hendese, riyaziyat ve tababet fenleri nazarî ve amelî bir surette tedris olunuyordu. Fakat, bir taraftan Osmanlı hükümetinin uzun ve mütemadi fütühatı Türk milletinin ruhu ve asabını yormuş, uyutmuş olması ile ruh-ı millette nümayan olan nevm-i atalet diğer cihetten, son asır Türk sultanlarının fazla sultanatlarından tereşşüh eden şaşaa-i sefalet nihayet medreselere de tesir etmiş. Onlar da artık kendi sima-i saf ve aslîlerini gayp eylemiş. Artık hutut-ı vechiyeleri tanılmayacak derecede sefil, perişan bir vaziyet içinde kalmış idiler.
Orada artık ilim, fen yerine safsatalar, din ve ahlak yerine hurafatlar tedris olunuyordu. O bir zamanlar mesela: Hosrovlara, Gülenbevi’lere, Şinasi’lere, Fuzuli’lere hiss ve aşk müelliflerine meva olan Türk medreselerinin yine aynı taşları, aynı kubbeleri, aynı sütunları, aynı şadırvanları artık Gülhan beklere bir takım sefih ve sefil insanlara mecma olup kalmıştı. Lâkin bu son rub-i asır zarfında makam-ı hilafet kendi medreselerini yavaş-yavaş şekil-i aslîlerine iade etmeye başladı. Fakat, daha muntazam, daha muterakki bir usul ile tabir-i caiz ise, usul-i tasnif ile başladı ve muvaffak da oldu. Zira, asrımız ihtisas ve taksim-i amal asrı, muhitimiz terakki ve rekabet muhiti olduğundan, bu nükt-e hayatiyeyi nazar-ı dikkate alan Türkler her sınıf ilim için bir fakülte açarak işe teşebbüs ettiler. Nihayet, hukuk, edebiyat, ulum-ı diniye, riyaziyat, tabiyat ve tıbbiye gibi beş fakülteden ibaret bir darülfünun-i Osmanî vücuda getirdiler. Filhakika bitaraf bir nazar ile bakılırsa, İstanbul darülfünunu Şark ile Garb’ın bu iki yüksek medeniyetin ulum ve edebiyatı, ve felsefesini, ahlak ve faziletini o muhteşem ve ali saqfının lahutî gölgeleri altında yaşatan bir meva-yi ilim ve irfandır. Şöyle ki, hukuk fakültesinde Arap hukuku ne derece dikkat ve ehemmiyetle tetkik ve tahsil olunuyorsa, Garb hukuku da aynı derece-i ihtimamla tahsil olunuyor. Orada Numan ibn Sabit’ler, İhtiram Şafi’iler ne derin bir hürmet ile mütalaa olunuyorsa, Montesquieu’ler de, Lombroso’lar da kemâl-i takdirle takip olunuyorlar. Sonra, edebiyat şubesinde Arap, Türk şairleri Acem edipleri nasıl bir ihtiramla tahsil olunuyorsa, Garb’ın da en yüksek simaları, fazıl ve meşhur edipleri aynı sitayişle tedris olunuyorlar. Tarih ve tarih-i edebiyat da öyle… Hatta ulum-ı diniye şubesinde bile bir taraftan İslâm felsefesi tedris olunurken, diğer bir saatte felsefe-i Garbiye’nin bütün safahatı, bütün esasatı ile beraber talebeye takrir olunuyor.
Riyaziyat, tabiyat şubeleri de böyle… İşte, Türkler kendi medreselerini bu yolda ıslah ettiler. Hem de mekâtib-i iptidaîyeleriyle beraber ıslah eylediler. Çünkü bu asrın milletleri artık onsuz yaşayamazlardı. O, bir ihtiyac-i katî idi. Böyle medreselerini ıslah eylemek – Türk milletinin mevcudiyetini temin eylemek idi. Biz Tatarların ise medreselerimizi ıslah eylemeye Türklerden kat-kat ziyade ihtiyacımız var. Bugün biz medreselerimizi, o yegâne müessese-i ilmiyelerimizi ıslah etmez isek, yarın bir millet olarak yaşarız, diyemiyorum. Dolayısıyla, bugün bu devir-i hürriyette biz her şeyden mukaddem – medreselerimizi ıslah etmeliyiz. Ve buna da Türklerin tabir-i diğerle makam-ı hilafetin gitmiş olduğu tarik ile başlamalıyız. Artık iza-ı vakit etmeden, biz Rusya Müslümanları bir İslâm darülfünunu tesis eylemeliyiz. Şimdi size biraz da bu darülfünunun dört şubesinden her birinin bizim için ne derece elzem olduğunu muhtasaran arz edeyim. Yirmi yedi Şubat inkılabı bize büyük bir hakikat öğretti: Yokluk… Evet, bu derece yok, bu kadar fakir olduğumuzu asla zannetmiyordum!
Bizde hiç bir şeyi yokmuş. Ne muallim var, ne muktesit var, ne hukuk âlimi var, ve ne de din uleması mevcut… Yok, yok, yok… Bu umumî yokluklardan hususî bir varlık çıkarmak lazım. Yokluklar her şeyden ziyade iş başına vardığımız zaman anlaşılıyordu. Mesela, Kırım Mahkeme-i Şeriyesi’ne tabi komitelerden, cemiyet-i hayriye idarelerinden ve saireden aldığım birçok arizalar var. Hepsinden Mahkeme-i Şeriyesi’nin maarif komisyonundan muallim istiyorlar. Hem yalnız bir muallim değil, belki arizada üç-beş, hatta yirmi muallim isteyeni bile var. Zira, Mahkeme-i Şeriye’ye tabi öyle komiteler var ki, yirmi beş-otuz karyenin ittihadı ile meydana gelmiş olduğundan, her karyenin bir muallim talep etmeye hakkı vardır. Fakat muallim nerede? Muallimin ve muallimat kursları açtık. İki yüz elli kadar muallim ve muallimeler bir arada bir buçuk ay kadar tahsilde bulundular. Fakat, kurslardan muallim unvan-ı celilini ihraz ederek, imtihan kazanacak efendilerin sayısı pek az olacağını şimdiden söyleyebilirim. Dolayısıyla, bir darülmuallimin, bir ilim usul-i tedris mektebinin pek lazım olduğuna her kes kanaat getirir. Sonra, Mahkeme-i Şeriyelerden her biri cüz’î bir imtihan ile cami huddamlarını muayeneye celp edecek olursak, her müftülük dairesinde bir kaç mescitten maada bütün mabetlerin imamsız, hatipsiz, hatta muezzinsiz kalacağına kanaatim var. O zaman hepsi resmen kapanmak iktiza edecek. Bugün ise manen mesdud demektir. Dolayısıyla, huddamlar ve ulum-ı diniye muallimleri yetiştirmek için bir ulum-ı diniye fakültesine ihtiyaç var. Diğer cihetten idadi mekteplerimizde ve orta derecedeki medreselerimizde lisan, edebiyat ve tarih dersleri tedris edebilecek muallimler mevcut olmadığı gibi, lisan, edebiyat ve tarih-i milliyenin terakkisine hizmet edebilecek derecede tahsil gören erbap-ı kalem de son derece az. Lisansız, edebiyatsız, tarihsiz bir millet tasavvur olunamaz. Fakat, Huda-yı nabit bir kaç muharrirlerimiz bulunmamış olsa idi, tarih-i beşerin en kıymetli dakikalarında bu inkılap devrinde tilsiz, matbuatsız kalacaktık. İşte, bu hallar bize darülfünun edebiyat şubesinin ne kadar lazım olduğunu isbat ediyor.
Nihayet, şu resikarinde bulunduğumuz Mahkeme-i Şeriyelerin ahvaline atıf nazar edelim. Bir milletin ilme ne derece ihtiyacı var ise, o millet adalete dahi o kadar muhtaçtır.
Tatar milletinin zeval ve inhitatına sebep bir taraftan ilmin mefkudiyeti olmuş ise, diğer cihetten ilimle beraber adaletin de ortadan kalkmasıdır. Mahkemesiz bir devlet payidar olamadığı gibi, Mahkeme-i Şeriyesi de hukuk-ı İslâmiye, adalet-i şeriye yaşatmayan bir heyet-i İslâmiye de Türk olsun Tatar, Arap ne olursa olsun, teali edemez…
Zaten, Tatar milletinin zeval ve inhitatına sebep bir taraftan ilmin mefkudiyeti olmuş ise, diğer cihetten ilimle beraber adaletin de ortadan kalkmasıdır. Mahkemesiz bir devlet payidar olamadığı gibi, Mahkeme-i Şeriyesi de hukuk-ı İslâmiye, adalet-i şeriye yaşatmayan bir heyet-i İslâmiye de Türk olsun Tatar, Arap ne olursa olsun, teali edemez. Bilakis nihayet mahv olur, münkarız olur, silinir gider. Lâkin maatteessüf, hukuk-ı İslâmiye’yi ihata eden ve usul-i vech ile bilfiil tatbik ederek, bir i’lâm tanzim edebilecek kadılar – bizim Mahkeme-i Şeriyeler nezdinde pek az, son derece nadir. Bugün bir taraftan Şark, diğer cihetten Garb nazariyat-ı hukukiye ve ictimaiyesine tevfikan icra-yı adalet edecek hükkam-ı şeriyemizin gayr-ı kâfi derecede olduğu maatteessüf itirafa mecburuz. Dolayısıyla, biz istikbalde Mahkeme-i Şeriyemiz içinde mesleğin erbapı bulunan kadılar ve bu Mahkeme-i Şeriye ve İdare-i Milliye’nin resikarlerinde hukuk-ı İslâmiye ve Garbiye’ye bihak aşina muktedir müftiler ve sair milliyet huddamları görmek istiyorsak, ve böylelikle mukadderat-ı milliyemizi daha kavî, daha itimatlı ellere vermek endişesiyle çırpınıyorsak, bugünden itibaren milletimiz için bir hukuk şubesinin açılmasına karar vermemiz elzem olduğu kat’iyen tezahür eder. Fakat, şurası şayan dikkattır ki, Kırım yahut Ufa veya da Kafkas Mahkeme-i Şeriyelerinden her biri yalnız başına bu dört fakültenin hepsini birden değil, hatta yalnız birini ayrı olarak bile açmak isterse, gerek manen ve gerek maddeten iktidarının haricindedir. Lâkin toptan olarak teşebbüs olunursa, yani bu üç Mahkeme-i Şeriye böyle bir darülfünun tesisine müctemien teşebbüs eder de müttehiden yaşatırlarsa, mesele kat-kat kolaylık kazanır. Cihet-i maliyece büyük bir miktar-ı iktisat olduğu gibi, cihet-i ilmiyece de azim bir kolaylık olacağından şimdilik hiç olmazsa, bu arz etmiş olduğum dört şubeden ibaret olan bir darülfünunun teşkili mümkün olabilir. Yani böyle müttehiden tesis olunacak bir müessese-i ilmiye de para cihetinden kolaylık bulacağımız gibi Ufa, Kırım, Kafkas müftilikleri dairesinde her birinden üçer-beşer dane olsun profesörlük iktidar-ı ilmiyesi haiz olanlar bulunmazsa da, bir derece ilmine itimat olunabilecek muallimler bulunur. Ve bunların heyet-i ilmiyesi teşkil olunabilirdi. Bu kâfi olmadığı takdirde başka milletlerden, başka memleketlerden de muallimleri, yahut profesörleri celp ederek, bu medrese-i aliyeye lazım olan heyet-i ilmiyeyi muhafaza etmek bihak mümkün olurdu. İşte, biz Ufa, Kırım, Kafkas Mahkeme-i Şeriyelerinin heyet-i müttehidesi bu suretle yalnız bir medrese-i aliye meydana getirsek, bakiy kalan yüzlerle medreselerin ıslahatı da iptidaî yahut tali derecede olsun, mahallî idareler ve Mahkeme-i Şeriyeler nezdinde bulunan hususî maarif komisyonaları deruhte edebilirlerdi. Ve böylelikle umum Rusya Müslümanlarının Mahkeme-i Şeriyeleri makam-ı muallalarından kendi milletine her suretle yedi maarifini uzatmış olurdu. Nihayet diyeceğim ki, biz otuz milyonluk Rusya Müslümanları iş yapmak, ittihat etmek istiyorsak – semada, su üzerinde değil, karada, yerde iş üzerinde birleşmeliyiz ve bu ittihadımıza geniş ve mukaddes bir zemin olmak üzere maarif-i milliyemizin validesi olacak bir İslâm Darülfünunu tesisine karar vermeliyiz. İşte tekliflerim bu. Tekliflerimin bu heyet-i muhteremede reye vaz edilerek hal olunmasını muhterem reis efendiden istirham eylerim.
17 Haziran (Haziran), sene 1917